bursa escort - escort bursa - bayan escort - escort bayan

bursa escort - escort bursa - bayan escort - escort bayan

bursa escort - bursa escort - bursa escort - escort bursa - escort bursa -
izmit escort şişli escort istanbul escort anadolu yakası escort bayan
Bugun...
SON DAKİKA

Ulusçuluk Çıkmazı Üzerine

"Ulusçuluk Çıkmazı: Kürtler ve Çözüm Arayışı" adlı kitabın yazarı Hamza Türkmen'e göre ulusçuluk dayatmasına karşı çözüm ümmetin yeniden inşasına yönelmek...
facebook-paylas
 Tarih: 16-12-2009 20:19:00

Ulusçuluk Çıkmazı Üzerine

2009 Kürt Açılımı veya Demokratik Açılım süreciyle birlikte elde edilen ve edilecek olan hak ve adalet temelli kazanımlar önemlidir. Ama çözüm adına fıtri ve vahyi olandan yabancılaşan veya uzak duran her projenin yeni zulümler üreteceği de unutulmamalıdır.

Kürt sorununu çözmeye yönelmek; en başta ulusçuluğun çıkmazlarını, bölgemizdeki Türk, Arap ve Fars ulusçuluk dayatmalarının İslami kimlik ve öteki kavimler üzerinde oluşturdu hak ihlallerini ifşa etmek ve normalleşme sürecine adım atmak açısından güzel bir açılımdır. Ve en azından Kürt Açılımı’yla ilgili sürece yangını söndürmek açısından bakılmalıdır. Bu çerçevede Hamza Türkmen’le yayımlanan son kitabını konuştuk.

Asım Öz / TİMETÜRK

Ulusçuluk Çıkmazı kitabınız nasıl oluştu?

Hz. Muhammed’e inzal olan vahyin konu edindiği ilk ilgi alanları, ilk dönemden bu yana Kur’an talebelerine adalet ve tevhid gözlüğü çerçevesinde sorunları algılama ve tavır alma örnekliğini göstermektedir. Bu doğrultuda 1988’de kurduğumuz Yöneliş Yayınları vesilesiyle çıkarttığımız üç aylık Dünya ve İslam ve 1991’den itibaren de Haksöz Dergisi’nde Müslümanların yaşadığı itikadi, siyasi ve sosyal sorunlarla somut olarak ilgili yazı, görüş ve tavırlarımız söz konusu oldu. Bu bağlamda kangren haline gelen Türk ve Kürt sorunu ile irtibatlı yanları olan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009’da yaptığı konuşma oldukça dikkat çekiciydi. Başbuğ, Kara Harp Okulu’nda kalabalık bir protokole yaptığı konuşmada TSK yönetimi için otonomi istiyordu; ama Kemalizm’in etnik veya ırk temelli iki çeşit Türk ulus tanımından da vaz geçip, Türk ulusunu kültürel temelde izah etmeye çalışıyordu. Bu yaklaşım oldukça ilginçti ama Başbuğ’un Kemalist ulusçuluğu restorasyona uğratan bu yaklaşımı o zaman yeteri kadar tartışılmadı.

AB’ye uyum süreci ve Ergenekon soruşturması gündemdeydi, 2009 yaz aylarında da Alevi Açılımı ve peşinden de Kürt Açılımı yeni gündem maddeleri olarak karşımıza çıkmıştı. İşte bu süreçte AK Parti Hükümeti’nin “devlet mutabakatı var” dediği gelişmeleri, ulusçuluk ve Kürt sorunu çerçevesinde Müslümanca ele alıp analiz etmenin bir gereklilik olduğunu düşündük. Özellikle de 19 yıldan bu yana Haksöz Dergisi’nde Kürt meselesiyle ilgili yazılarımdan da bazı seçmeler yaparak elden geçirilmiş malzemelerle ve hızlı bir mesai içinde “Ulusçuluk Çıkmazı Kürtler ve Çözüm Arayışı” adlı kitabımı oluşturmaya çalıştım. Bu arada kitabın iç düzeni, muhtevası ve bazı teknik bilgiler açısından görüş ve katkılarını aldığım Rıdvan Kaya, Serdar Bülent Yılmaz ve Haşim Ay’a da teşekkürlerimi burada ifade etmek isterim.

19. yüzyılın ikinci yarısından bugüne kadar yaşanan gelişmelerin özgül tarihi ve toplumsal arka planları dikkate alınarak Kürt sorununu nasıl tanımlarsınız?

19. yüzyılın başında Kürt halkının yaşadığı coğrafyaya Osmanlı Devleti ve İran Şahlığı hakim idi. İki toplumda da idari ilişkiler nakız da olsa İslami aidiyetlere göre belirlenirdi. Padişahlık ve Şahlık kurumu Kur’ani ilkeler ve Rasulullah’ın Sünneti açısından tüm Müslümanlar için vahye aykırılık ifade eden bir sorundu. Ancak herkes ana dilinde konuşma ve eğitim görme hakkına sahipti. Toplumsal tasnifler kavim ve ırklara göre değil, inançlara göre yapılırdı. Müslim ve Gayrimüslim ayrımı temeldi.

Rum, Arap, Türkmen, Zaza, Kırmanc, Azeri, Laz, Ermeni, Çerkez, Gürcü, Arnavut, Boşnak, Pomak, Çingene vd. kavimlerden Müslümanlar birbirinin kardeşiydi ve kendilerini Osmanlı olarak tanımlarlardı. Dini algıda Sünni-Alevi veya Hanefi, Şafii, Şii gibi mezhebi farklılıklar bir çatışma konusu değildi. Toplum içinde yaşanan çatışmalar istibdat veya saltanat rejiminin keyfi uygulamalarından kaynaklanırdı. Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani gayrimüslimler de asırlarca bir katliam ve tehcir olayıyla karşılaşmadan bilindiği kadarıyla İslam’ın hukuk ve adalet şemsiyesi içinde Müslümanlarla iç içe yaşamışlar ve komşuluk etmişlerdi. Bu topluma Osmanlı-İslam toplumu denirdi. Belki bu toplumun temel belirleyeni Kur’ani bilinç değildi; ama İslam’a aidiyet ve hürmet hissi ortak paydaydı.

Ancak 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması’nı hakim kılabilmek için 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edildi. Allah ve Kitab’la başlayan Tanzimat Fermanı, ilk defa Müslim ve Gayrimüslim’i eşit vatandaş kabul ederek laikliği gündeme getirmişti. Peşinden Islahat Fermanı yaşandı ve Jön Türkler’le Osmanlının gündemine ilerlemeci bir anlayışla ulusçuluk kültürü getirildi. 18. yüzyıl Avrupası’nda oryantalistlerce kurgulana Türk tarihi ve Türk dili grameri Osmanlıcaya çevrildi. Avrupa’daki Türkoloji, Araboloji, Kürdoloji çalışmaları rahat durmuyordu. Jön Türklerin üretilmesi gibi daha sonradan da Bedirhan, Baban ve Cemilpaşazade gibi zengin Kürt ailelerinin Avrupa görmüş çocuklarından Jön Kürtler oluştu.

Çöküş sürecinde Osmanlı ulusçuluğu ve İslamcılık denemelerinden sonra, Askeri okullarda alttan alta körüklenen Türkçü söylem, iktidardaki İttihad Terakki Komitesi tarafından Osmanlı’nın 1912 yılından itibaren resmi ideoloji haline getirildi. Kürt aşiretleri adına şeri ahkamın ve şeri vergilerin uygulanmasını, Kürtçe eğitimin özgür bırakılmasını isteyen Şeyh Abdüsselam Barzani’nin İstanbul Hükümeti tarafından 1914’de Musul’da idam edilmesi, Kürt duyarlılığını tahrik eden Türkçü tutumun önemli bir zulmüydü. Osmanlı’daki Türkçülük 1914 Ermeni katliam ve tehcirini de gerçekleştirmişti. Osmanlı Türkçülüğü ile başlayan Kürdistan illerindeki dayatmacı Türkçe eğitim ve Türkçü bürokrasi, entelektüel planda Jön Kürtleri Kürtçü dernekleşmelere sevk etti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra İtilaf devletleri Sevr’de batıcı Kürt kadrolara bir Kürdistan devleti vaat etti; ama 1918 Rus Komünist devriminin yayılma tehlikesi karşısında bundan vazgeçildi. Türk-Yunan muharebelerinden sonra Lozan’da İtilaf devletlerinden onay alan bir Türk devleti kuruldu ve Türkiye’de bir Türk ulusu, Yunanistan’da bir Yunan ulusu oluşturmak adına emperyalizm Rum mübadelesini teşvik etti. Atatürk liderliğinde yeni oluşturulan kurgusal Türk ulusundan/”milletinden” ve Türk devrimlerinden sonra sıra Müslümanlara ve peşinden Şeyh Said Kıyamı’ndan sonra ilan edilen ve ana dil yasağı getiren 1925 Şark Islahat Planı ile Kürtlere gelmişti.

Yani Osmanlılarda gündemleşmeye başlayan Kürt ulusçuluğu ve hareketi, Arnavutçuluk, Türkçülük gibi, Osmanlı-İslam ümmetinin çözülmeye başladığı dönemde, batılı paradigmaya ait seküler temelli ulusçuluk ideolojisinin Jön Türkler tarafından fikir dünyamıza taşımasıyla oluşan kamplaşma içinde güç bulmuştu.

Sorunu tanımlarken kavramların önemi üzerinde özellikle duruyorsunuz. Niçin?

Güçlü argümanlara dayanan her dünya görüşünün temel kavramları özgündür. Ulusçuluk batılı paradigmaya aittir ve kavramları da Tanrı merkezliliğe karşı çıkan insan merkezli seküler kavramlardır. Bu kavramları vahiy temelli İslami kavramlarla karşılarsanız, Kur’ani kavramları ve anlayışı tahrif etmiş ve eklektik bir algıya vesile olmuş olursunuz. Oysa hem hayatı hem modern olguları algılamakta vakıaya uygun davranmalıyız. Fıtratımızı ve vahyi telakkilerimizi kirleten anlam ve dayatmalardan arınmalıyız.

Osmanlı toplumu Kur’an’la ve Kur’ani kavramlarla yeterince tanışamamış bir ümmetti. Bir çok Kur’ani kavramı içi boşaltılmış olarak tanımıştı. Örneğin Kur’an’ın “köklü değişim” veya “inkılab” anlamlarına gelen en önemli ve dinamik “ıslah” kavramı, batıcı uzlaşmayı ifade eden “Islahat Fermanı” terkibi içinde kullanılabiliyordu. Osmalı’da Avrupa’daki seküler temelli ve üst kimlik olarak kullanılan “nation” yani “ulus” kavramını, “ümmet” veya “kavim” kavramıyla karşılama çabaları oldu. Namık Kemal ise nation kavramını “millet” kavramı ile karşıladı ve dini içerikli bu kavram dindar kitlelere önce “Osmanlı Milleti” ve ”Osmanlı Milletler Sistemi” demagojisi, daha sonra da “Türk Milleti” terkibiyle sunuldu. Bu bir sapma ve kandırmacaydı. Zira Kur’an’da “millet” kavramı 15 yerde kullanılıyordu, hepsinde de sayı ile ilgili değildi. “Millet-i İbrahim” gibi ya insanların dini anlamında ya da şeriat anlamında kullanılıyordu. Ama içeriği saptırılan ve Kur’ani bir kavram olan millet kelimesinden, seküler bir içerik taşıyan ve cahili bir üst kimliği ifade eden ulus veya nation kavramının meşrulaştırılması için yararlanılmıştı.

Bir sorunu tanımlamak için önce kullandığımız kelime ve kavramların, sorunun vakıası ile uyuşması gerekir. Din ve şeriat anlamına gelen bir kavramı, seküler ve üretilmiş batılı bir olgu olan nation yerine kullanırsak, vakıayı doğru tanımlamış olmayız ve aldanırız. Örneğin Kur’an şairi olan Mehmet Akif, kendi döneminde sosyal olgular konusunda gerek Kur’ani millet, dar, kavim, şu’b, soy kavramlarını ve gerek nation, ulusal vatan, ırk gibi modern kavramları yeterince doğru bilseydi, herhalde ulusal marşı yazmaz, pişman olduğunda da Mısır’a kaçmazdı.

Türkiye toplumunun tüm kesim ve bileşenlerinin inanmasa bile aksini söyleyemediği; kabullenmese bile tartışamadığı “resmî doğrular”dan, tabulardan, önkabullerden örülmüş zihniyet dünyası Kürt sorununu nasıl algılıyor?

Türkiye Cumhuriyeti, 1925 Şeyh Sait Ayaklanması’nı ve 1932-1938 Seyyid Rıza ve Dersim direnişini on binlerce insanı katlederek ve yüz binlercesini de yörelerinden sürerek bastırmıştı. Katliamlar ülkenin dört bir yanında İstiklal Mahkemeleri ile de devam etti. Türk Devleti hem İslami ve geleneksel aidiyetlere saldırıyor hem de dili Kırmancca ve Zazaca olan Kürtlere konuşma yasağı getiriyordu. Amacı Müslümanları da Kürtleri de Türkleştirmek, seküler temelde uluslaştırmaktı. Dolayısıyla Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Kürt sorunu değil, Türk sorunu vardı. Türkleşmeyen önce Ermeni, Rum ve Yahudi unsurlar; sonra da Müslümanlar, Kürtler, Lazlar veya Çerkezler resmi ideoloji tarafından sindirilmesi, laiklikle terbiye edilmesi ve Türkleştirilmesi gereken geri, mürteci, feodal unsurlar olarak görüldü. Bu baskı, yasak, aşağılama, tehcir ve imha politikaları emperyalist Batı işgal kuvvetleri tarafından değil, batıcı Türk elit kadrolar tarafından “Ümmetten bir millet yarattık” övüncü içinde yapılmıştı.

Bunca baskı ve katliam karşısında Dersim Alevileri sindi ve büyük çoğunluğu var olabilmek için katiline aşık olma sendromu denilen bir tutumla, Kemalizm’i keşfettiler. Müslümanlar ve başta Müslüman Oğuzlar, Türkmenler, Azeriler olmak üzere, Kürt, Arap kavimler de Cumhuriyet rejimininbaskı ve imha politikaları karşısında sindi ve 1945’lerden sonra karşıtına sığınarak var olma yolunu seçti. Müslümanlar için şeri eğitim ve İslam’ı üst kimlik olarak beyan etmek yasaktı. Kürt Müslümanlar bu yasağı diğer kardeşleri gibi büyük acılarla yaşadılar. Ama onların bir de Çerkez, Gürcü, Arap Müslümanlar gibi anadilleri ve kavmi aidiyetleri yasaklandı. Müslümanlar ve Müslüman Kürtlerin bu yasaklara karşı duracak mecalleri kalmamıştı. Hem de kavramları ve bilinçleri zorla erozyona uğratılmıştı. O açıdan “niçin direnmediler?” sorusu zaiddir. Onları suçlamaktan ziyade onları sindiren zalimlere hesap sormak gerekmektedir.

Ancak Kürtlerin anadilini ve fıtri özelliklerini yasaklayan TC zulmüne karşı Cumhuriyetin ikinci yarısında, 1970’ten itibaren Türkiye İşçi Partisi ve sosyalist öbekler tavır geliştirmeye başlamıştı. Sosyalist-ulusçu PKK 1978’den sonra Kürtlerin haklarıyla ilgili bu çıkışın inisiyatifini ele geçirmeye başladı. Bunun için 1970’li yıllarda Kürt sorunundan bahsetmek komünist bölücülüktü. 1980 ve 1990’lı yıllarda ise Kürt sorununu gündeme getirmek Kürtçülük olarak değerlendirilmeye başlandı. 1990’lardan beri duvar yazısı olarak kullanılan “Ya Sev Ya Terk Et” sloganının muhatabı Kürtlerdi.

Kürt halkının baskın özelliği İslami aidiyetidir. Ancak 1970’li yılların ortalarından itibaren tevhidi değerlerle buluşan, Kur’ani kavramları öğrenen ve kimliklerini sağcı ve devletçi kirliliklerden arındıran Müslümanlar bu sorunu da gündemlerine almaya başladılar. Şimdi devlet kademesi içinde Kürtçülükten sonra, “Kürt irticası” literatürü de gelişmeye başladı. Bu tür ithamlar Güney Kürdistan’da yaşanan Kürt Ulus Devlet Süreci elitleri için de geçerli. Orada en tehlikeli unsur olarak, İslam’ı üst kimlik olarak algılayan Müslüman Kürtleri gösteriyorlar. Onları hapsediyorlar, işkence ediyorlar ve infaz ediyorlar.

Yüzyıllık zihniyet dünyasına tüm ağırlığı ile yerleşmiş resmî ideoloji cephesinde, onun has kurumlarında Kürt sorunu özelinde son zamanlarda neler yaşanıyor?

Zamanla Kürt direnişi ve Kürt ulusalcılığı, Türkçülüğün ve Türk ırkçılığının güç kazanmasının tahrik edici bir unsuru oldu. PKK şiddeti, derin devleti, darbeci sivil ve asker bürokrasiyi güçlendirdi. Ancak 21. yüzyılda küreselleşmeye sırtını dönen ulusçulukların mevzi kaybettiği ortada. Türkiye Devleti elitleri arasında bu konuda ciddi tartışmalar ve kavgalar var. Eski dar, dayatmacı, ırkçı Kemalist Türkçülüğü savunanlar, Cumhuriyet Mitingleri’nde al bayrakları ve ulusalcılık dalgasıyla ortaya çıkmıştı. Arkalarından da darbeci, JİTEMci, Susurlukçu, Ergenekoncu örgütlenme çıktı. CHP ve MHP bu kanattan besleniyor. Diğer kanat ise Kemalist Türkçülüğü restore etmeye ve küreselleşmenin gerekliliklerine uydurmaya çalışıyor. Tabii ki bu çizgi görece bir hukukileşmeye de kapı aralıyor. AKP bu çizginin gerek taşıyıcısı, gerek kullanıcısı veya kullanılanı konumunda. Bu iki yaklaşım tarzı, Kürt sorunu karşısında da farklı tutumlar alıyorlar.

Çatışma ve gerginlikten beslenen, palazlanan, statü kazanan ve rant sağlayan Türk ve Kürt ulusalcılarının yanı sıra, küresel gelişmelere ayak uydurmak için çözümden yana olan gerek TSK kadroları ve devletin laik elitleri, gerek Kürt ulusalcıları, Kürt sorununu Müslümanlarla değil, iki laik taraf arasında çözmeye meyyaldirler. Çünkü Türk ulusalcıları da Kürt ulusalcıları da batılılaşmaktan yanadırlar.

Söz konusu zihniyet dünyasının “kurucu” tabularının, önyargılarının ve çarpıtılmış olgu, tanımlarının en azından büyük kısmını suskunlukla geçiştirmeyi, bunlara dokunmamayı yeğleyen bir yaklaşım içinde Kürt sorunu başta olmak üzere diğer sorunların çözümü mümkün mü?

Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ve diğer kurucu Türkçü kadro, insan fıtratıyla ve vahyi aidiyetlerimizle uyuşmayan laiklik, ulusçuluk, batılılaşma gibi kaideleri değiştirilemez umdeler olarak belirlemiş ve Kur’an’ın üst kimlik aşılayan değerlerinin yaşanmasını yasaklamıştır. TC ideolojisinin çelişkisi, dayatmacı ve yasakçı yapısından kaynaklanmaktadır. Bu yapı, Mustafa Kemal’in ırk ve kan temelli ulusçuluk tanımını yumuşatmaya çalışsa da, Türklüğü veya Türkiyeliliği vatandaşlık ve kültürel temelli tanımlasa da, toplumsal ve düşünsel ilerlemecilik masalından, laiklik ve batılı paradigmaya sığınma yemininden vazgeçmemekte, kendisiyle işbirliği yapan muhaliflerini de kendisine benzetmeye çalışmaktadır.

Türk ulusalcıları ile Kürt ulusalcıları arasında aslında paradigmal bir farklılık yoktur. Sorun Abdullah Öcalan’ın teklif ettiği “Tek Devlet Tek Bayrak İki Ulus” teklifini, Kürtleri Türk Ulusu olarak belirlemeye çalışma inadından ve Türk ırkçısı reflekslerden kaynaklanmaktadır. Ama ne kadar örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, ulus olgusunu ister Türk, ister Türkiyeli, ister Türk ve Kürt şeklinde üst kimlik olarak dayatan batıcı anlayışla, İslami aidiyeti üst kimlik olarak gören ve inanan Müslümanlar arasında ciddi bir çatışma potansiyeli vardır.

Türkiye’de inanç, düşünce ve kimlik özgürlüğü açısından Kemalizmin kurucu ideolojisi sorgulanmadığı, tartışılmaya açılmadığı ve 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu yasakları kaldırılmadığı sürece kim olursa olsun kalıcı ve insani bir çözüme ulaşamaz. Türkiye’de yaşanan sorunları çözme açısından sistem içi iyileştirme çabaları, ancak geçici ve sınırlı kolaylıklar sağlayabilir ki bu da sadece erozyonu engellemeye yarar.

 

Türkiye’de Kürt sorununu silahlı çatışma kapanından kurtarma yolunda önemli bazı adımların atıldığı bir dönemdeyiz. Devletin geleneksel Kürt politikası, uygulamalarının detaylarına varıncaya kadar tüm dikenli, “en hassas” boyutlarını da sergileyerek konuşulmakta, eleştirilmekte, karşı çıkılmaktadır. Bu konuşmalardan umutlu musunuz?

Yaz aylarından bu yana gündeme gelen Kürt Açılımı, sistemin bir çok tabusunu tartışmak, ana dil yasağını aşmak ve kevni ayetlerden olan kavmi aidiyetleri meşru görmek açısından önemli kazanımlar getirdi. Kürt sorunuyla ilgili çözüm önerilerinin, Kürt ulusalcılığı yapmadan da ele alınabileceğinin örnekliğini gösterdi. Bu açılım Kürt sorunuyla yükselen yangını söndürmek veya boğulanı kurtarmak açısından önemli bir adımdı. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi Kürt sorununu tahrik eden en önemli saik, Türk, Fars, Arap ulusçulukları ve ulusal tabularıydı. Tabii ki sorunlarımızı daha rahat konuşmak, tabuların tartışılması imkanını veriyor ki, bu, düşünce ve araştırma özgürlüğü açısından bir imkan ve kazanımdır. Ama bu tartışmayı hem kurgusal Türk ulus kimliğini aşmak hem de yasaklanan İslami ve kavmi aidiyetleri, başta Müslümanların uğradığı ve tüm kavmi, dini, mezhebi, ideolojik yasakların ve yaşanan zulümlerin ifşası ve hakların iadesi açısından da değerlendirebilmeliyiz.

Geçtiğimiz günlerde Onur Öymen’in açıklamaları üzerinden yapılan tartışmalarda Dersim’de katledilen Alevi Kürt-Zazalar epey gündeme geldi. Aynı konuşmada adı anılan Şeyh Sait özelinde katledilen Şafii Kürtler’in gündeme gelmeyişini/getirilemeyişini nasıl yorumluyorsunuz?

Türk modernleşmesine itiraz eden Şeyh Said Kıyamı nedeniyle 20 bin, Seyyid Rıza ve Alevi direnişi nedeniyle de 15 bin insanı katleden Kemalist ideolojinin bugünkü savunucuları, hala silahlı çözümden ve katliamdan yanalar. Zazası, Kırmancı, Azaresi, Lazı ve Türkmeni ile Şeyh Said önderliğindeki Sünni Müslüman kıyamının amacı Türkiye Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kur’an ahkamına aykırı hareket etmeleriydi. Dersim Alevilerinin Türk modernleşmesine direnişleri ise tekke ve dergahlarının kapatılması, Osmanlıca olan Alevi kitabiyat yazım ve eğitiminin yasaklanması, Zazaca ve Kırmancca kullanmalarının engellenmesiydi.

Sünni Müslümanlara da Alevilere de I. Meclis’te mezhebi değerlerine ve inanaçlarına ilgi gösterilerek imkanları devşirilmiş ve sonunda da aldatılmışlardı ve iki kesim de II. Meclis’te tasfiye edilmişlerdi. Bugün Alevilik eski sosyalist ve de Kürt ulusalcıları tarafından laik bir formda tanımlanıp kullanılan bir kültür olarak algılandığı için, Kemalizme de karşı olunsa Dersim üzerinden sahiplenilip savunulması devletin küreselleşmeye açılan kesimleri tarafından çok rahatsız edici karşılanmıyor. Ama aidiyetini Kur’an’dan ve vahyi şeriattan yana koyan Şeyh Said Ayaklanması, Türk ulusalcıları tarafından da başta Abdullah Öcalan olmak üzere Kürt ulusalcıları tarafından da gericilik, siyasal İslam, feodallik olarak karalanmaya çalışılıyor. O dönemde zulme uğrayan Müslümanların bugünkü torunları ise, karşıtına sığınarak var olma kompleksinden yeterince kurtulamadıkları için ve tevhidi kimliğin yaygınlaşamaması nedeniyle bu konuyu yeteri kadar gündemlerine alamıyor ve yapılan zulmün hesabını sormak konusunda gündem oluşturamıyorlar. İnşaallah İslami bilinçlenme ve şahitlik sorumluluğu arttıkça İslami kitlelerde de bu zaaflardan kurtulma imkanı yakalanacaktır.

Peki Kürt sorunu konusunda direnişin inisiyatifinin zaman içinde sosyalist ve Kürtçü kadroların eline geçmesinin oluşturduğu handikaplar neler?

Denizde boğulanı kurtarmak erdemdir. Ama kurtardığı adama diyet ödettirmek en büyük adapsızlıktır. Kürtçü hareketlerin ve bazı sosyalist akımların Müslüman Kürt halkına ödettirdikleri diyet, onları Kemalist devrimler gibi ulusçuluk aidiyetine, ilerlemeci bir anlayışa ve batılılaşma sürecine davet etmeleri, onları ulusal ritüel ve kutsallarla aldatmaya yeltenmeleri olmuştur.

Kürt milliyetçiliği ile Kemalizm arasında zihniyet dünyası bakımından ortaklıklar/benzerlikler olduğunun altını çiziyorsunuz. Bu ortak zihniyet dünyası İslam’a bakış noktasında birleşiyorlar mı?

Türk ulusçuluğu da Kürt ulusçuluğu da kendilerini üst kimlik olarak değerlendirme egoizmi içindedirler. Zaten tüm ulusal kimliklerin tabiatında kendilerini üst kimlik olarak değerlendirme bağnazlığı vardır. Onlar için İslam’dan, bir dünya görüşü olarak değil, ancak dar bir inanç sistemi olarak söz ediliyor. Onlar, Kur’an’ın hayata müdahale eden, yol gösteren Hadi özelliğini kabul etmiyorlar. Onlar için din mabedlerle sınırlı vicdanların işidir. Kemalist olsun Öcalancı olsun pozitivizmi veya Marksizm’i ilke edinen ulusçular İslam’ı tasfiye etmeye, liberal veya mistik olan ulusalcılar ise İslam’ı ya ulusun bir bileşeni yapmaya ya da alt kimliğe indirgemeye çalışmaktadırlar. Her iki ulusçuluk da vahyi aidiyetin oluşturduğu İslam kardeşliğini; yani İslam ümmetini tarihin gerisinde kamış, aşılması gereken feodal bir bağ olarak görmektedir.

Kürt sorunu konusunda Müslümanların ortaya koydukları çabalara da kitabınızda değiniyorsunuz. Mazlum-Der ve Özgür-Der’in bu sorunu masaya yatıran forumlarının değeri nedir? Bu çabaların daha nitelikli hale getirilmesi için neler yapılmalıdır?

1970’lerin ortalarından itibaren yeşermeye başlayan Türkiye’deki tevhidi bilinçlenme süreci, asırlar önce yitirilmeye başlanan tevhidi kimliğini yeniden inşa etmeye; Cumhuriyet rejimiyle beraber üzerimize bulaşan sağcı, devletçi, milliyetçi kirlerden elbisesini temizlemeye; yaşadığı sorunlara el atıp bu konularda inisiyatif kurma ve bağımsız İslami bir sosyal model veya örneklem oluşturma düşüncesine yönelmeye yeni adım atıyor. Bu açıdan yaşadığımız sıcak bir sorun olan Kürt sorunuyla ilgili 1992’de Mazlum-Der’in ve 2006’da Özgür-Der’in İslami camianın cemaat ve kanaat önderlerinin katılımıyla gerçekleştirdiği Kürt forumları oldukça önemliydi.

İki forumda da yaşadığımız soruna İslami bakış açısıyla yaklaşma sorumluluğu ön plana geçmişti. Kürt sorununun öncelikle Türk ideolojisi ve Kemalizm’le ilgili bağı kurulmuş, dünden bugüne yaşanan zulümler ortaya konulmuş ve sorunun çözümü konusunda yakın, orta ve uzun vadeli çözüm arayışları üzerinde durulmuştu. Ama en önemli konu kısa vadeli çözümlerdi. Bu da sorunun nesnel olarak ele alınması, Kürt sorununu tetikleyen Kemalizm’in yargılanması, akan kanın durdurulması için iki ulusalcı kanada da taraf olunmaması, Kürt dili ve kavmi yasaklarla ilgili her türlü engelin kaldırılması için çaba sarf edilmesi, Kürdistan bölgesindeki yoksulluğun giderilmesi için kampanya açılması gibi konuları kapsıyordu. Kürt illerinde yaşamayan ve oradaki devletin despot yüzünü ve uygulamalarını fiili olarak görmeyen insanlarımıza komşularındaki yangını haber vermek ve Türk Devleti’nin ilkokuldan itibaren tek taraflı bilgilendirme ve yönlendirme tuzağının aşılması konusunda en başta camiamızı ve sonra Türkiye kamuoyunu bilgilendirme açısından bu organizasyonlar önemli işlev gördüler.

Türkiye’de devletin milletin “ülkesiyle birlikte bütünlüğünü” sağlamak adına yaptığı girişimler silsilesinin her adımında toplumun belirli kesim(ler)inin desteği ve onayıyla yürütüldüğü biliniyor. Bu kanıksamayı nasıl açıklarsınız?

Devlet çocuklarımızı ilk öğrenimden itibaren elimizden alıyor, okulda da kışlada da tartışılması yasak olan resmi ideolojinin masal ve ritüelleriyle şartlamaya çalışıyor. Buna karşı muhalif düşünce baskı ve yasaklarla kırılmaya çalışılıyor. Zaten baskı, sürgün, dayak, hapis, yargısız infaz ve idamlarla korkutulmuş ve sessizliğe sürüklenmiş bir halk söz konusu. Mustafa Kemal’in bilgisi ve yönlendirmesi dahilinde katliama uğrayan Dersim Alevilerinin bugün dernek binalarına ve cem evlerine Hz. Ali’nin sembolik resmiyle Atatürk’ün resimlerini yan yana asmaları traji-komik bir durumdur. Ya da Kuddus olan sadece Rabbimiz iken, cami minberlerine kutsallık imajı içinde müftülükler emriyle Türk ulusunu temsil eden Türk bayrağı asılması önemli bir bidat ve sapma, inanç ve düşünce özgürlüğü açısından da rezalet bir durumdur. Aynı selatin camilerinin minberlerine “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Ordumuza Şükran Borçluyuz” mahyaları gibi. Yaygın bir kanıksama durumu var. Ama bu bilgisizlikten, sinmişlikten ve ne yapacağını bilmemekten. Fakat son İstanbul’un kurtuluşu ile ilgili Türkçü ve devletçi mahyalar olayında olduğu gibi Özgür-Der öncülüğünde yapılan protesto gösterileri basında makes bulmuş ve mahyalar selatin camilerinin minarelerinden 6 Ekim 2009 gecesine ulaşamadan indirilmişti. Doğru rehberlik, vicdanlara hapsedilen inancın da tezahür etmesinin başlıca amili.

Başlıca siyasal güç, akım ve odakların “Kürt açılımı” gündeme getirildiğinden itibaren aldıkları tutuma bakıldığında neler görülüyor?

Kürt Açılımı öncelikle Türk ideolojisinin veya Kemalizm’in geçmişte sergilediği yok sayma, asimilasyon, sürgün, yasak ve katliamlarla gerçekleştirdiği zulümlerden arınmayı ifade ediyor. Tabii ki bu zulümleri gerçekleştiren Türk ulusalcıları, derin devlet denilen, aslında devletin darbeci, kontgerillaci ve JİTEMci kanadı ve onların işbirliği yaptığı sözde STK temsilcileri kendilerinin de eleştirilmesine hatta yargılanmalarına kapı aralayacak olan bu açılımdan rahatsızlık duyacaklardır. Ulusal sisteme bağlı da olsanız, askeri vesayet rejiminden daha hukuki ve özgürlükçü bir uygulamaya geçmek çok kolay değil. İtiraz, çatışma ve ödenecek bedeller kaçınılmaz. Ergenekon çevresinde yaşanan tartışmaları bu bağlamda ele almak gerekli. Öte yandan Kemalist oligarşi karşısında gerek kendi kapatılmasını ve tasfiyesini engellemek için, gerek AB uyum yasaları için, gerek küresel sisteme ayak uydurmak ve bölgesel güç hedefini devam ettirmek için AKP’nin demokratik açılımı yürütmekten başka seçeneği yok gibi.

İki büyük siyasi muhalefet partisi var. İkisi de Kürt Açılımı’na karşı. Kemalizmin 1930’a kadar devam eden İttihad Terakki’den devraldığı, sembolü bozkurt olan, kan ve Orta Asya milliyetçiliği sarı ırka dayanıyordu. Sınıflarımızın duvarlarında yıllarca okuduğumuz Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinin bitiş cümlesi bunun en somut belgesidir. Bu Türk kan ırkçılığına dayanan birinci nevi Türk ulusçuluğundan güç alan parti MHP’dir. İkinci Türk ulusçuluğu ise tanımını Atatürk’ün 1930’dan itibaren icat ettirdiği Türk Tarih Tezi’nde bulmuştur. Bu teze göre Türk ırkı brokesefal yani yassı kafalı, Sümer ve Hititlilere dayalı beyaz ırktandır. Sembolü de Hitit Güneşi’dir. Bu senaryonun savunusundan da on yıllarca CHP kimlik bulmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bugünkü yönetimi Türklüğü kültür temelli olarak tanımlama çizgisine gelse de, hala yetiştirilen Türk subayları Harbiye Marşı olarak “Tufanları yaratan bir ırkın ahfadısın” dizeleriyle şartlandırılmaktadır. MHP, CHP, TSK. Bu üç odak da ırkçı bir gelenekten geliyorlar. Dolayısıyla da Kürt sorununun yaşayan failleridirler. Her ne kadar bugün için Türk tanımını kültür zemininde tanımlamaya başladılarsa da, alışkanlıkları ve çevreleri itibariyle hala ırkçı reflekslerle ayak sürümektedirler.

MHP ve özellikle CHP başından beri “açılım”a beklenenin çok ötesinde bir öfke ve nefret söylemiyle karşı çıkma tavrını hiçbir açık kapı bırakmayarak sürdürdüler. Öyle ki milliyetçiliğin ilkel reflekslerine, en kaba reaksiyoner damarlarına seslenmekten başka bir özelliği barındırmayan bir dil ve tutum söz konusudur her iki siyasi partide. AKP “açılım”ı durdurmadığı takdirde bir iç savaşın kaçınılmaz hatta zorunlu olduğu inancını empoze ediyorlardı sürekli olarak. Tokat Reşadiye’de yaşananlardan sonra “açılım”da bir daralma beklenebilir mi?

MHP ve CHP ulusalcılık ideolojisinden, Türk-Kürt çatışmasından beslenmeyi kendilerinin varlık sebebi edinmiş oluşumlar. Bu iki parti de ırkçı Türk ulusal kimliğinin dayatılma çizgisinin taşıyıcılarından. DTP de geldiği gelenek itibariyle bu Türk-Kürt çatışmasından güç alan bir kuruluş. Türkiye’nin görece normalleşmesi ve hukukileşmesi, siyasi rantiyecilerin Kürt ve Alevi sorunlarını kullanma ve istismar etme durumundan uzaklaştırılmasına bağlı. Reşadiye’deki jandarma timine kurulan tuzak ve 7 askerin öldürülmesi, Türk ulusçuluğunu tahrik edecek ve Kürt Açılımı’na karşı, kendini Türk hisseden kesimlerin tepkisini kırbaçlayacak bir olaydır. Bu olay, Kürt halkının sorunlarını Kürt ulusalcılığı doğrultusunda ele alan PKK’nın Kürt açılımı süreci nedeniyle insiyatifinin azalmaya başladığı için de, Türk-Kürt çatışmasından güç kazanan Türk ulusalcılarının çıkarları nedeniyle göz yumularak veya taşeron bir tim kullanılarak da gerçekleştirilmiş olabilir. İsrail gibi Kuzey Irak Kürt Bölgesi’nde faal olan dış güçlerin, Türkiye’nin istikrarsızlaşmasını sağlamak için Fehman Hüseyin liderliğindeki PKK içinde ve özerk davranan çatışmacı birimleri kullanması ihtimali de düşünülebilir.

Kürtlerin gasbedilmiş haklarının iadesi ve mahrum ve acılı hale getirilen Kürt halkına bazı imkânların sağlanması yeni bir Türk konsepti içinde veya vatandaşlık ortak paydası içinde yapılmasına ırk kökenli Türk ulusalcılarının karşı çıkmaları, Türkiye’de kendini Türk hisseden ve Türkleştirilmiş büyük bir toplumsal kesimde duygusallığı harekete geçirmekte ve ajitatif bölücüklük söylemini gündemleştirmektedir. Bu ajitasyona Reşadiye pususu hız katacaktır. AKP kurmayları, Türk kesimlerinden oy kaybetmeme hesabı yaparak açılım politikasını erteleyip ertelememe konusunda zikzaklar yaşayabilirler. Ama bu konuda geri adım, hem AK Parti’nin darbeciler karşısındaki korkusu ile ilgili, hem küresel sisteme karşı Türkiye’yi normalleşme vaatlerini askıya almak açısından, hem kendisine açılımdan dolayı teveccüh eden Kürt seçmenini de kaybetmesi bakımından büyük riskler getirecektir.

Başlıca siyasal rakipleri tarafından “Kürt sorunu”nu çözeceğim derken ondan beş beter bir “Türk sorunu yaratmak”la itham edilen AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

AKP Türk sorununu yaratmıyor, Kürt sorununu normalleştirmeye çalıştığı için Türkçü odaklar, ırkçı ve rantiyeci bir refleksle tepki verip Türk ulusçuluğunu tırmandırmaya çalışıyorlar. Bu konuda AK Parti’nin Türkiye’yi ekonomik, siyasi ve hukuki olarak normalleştirmesinin iç ve dış gereklilikleri konusunda tutarlı bir şekilde ikna etmesi gerekiyor. AKP’nin Kürt sorunu ve açılımı konusunda geri adım atması, Ergenekon konusundan da, YÖK düzenlemelerinden de, bölgesel istikrar hedefinden de, özgürlükçü yaklaşımlarından da vaz geçip, brifinklendirilmiş yargıya razı olması, dolayısıyla yakın vadede kitle tabanını kaybetmesi anlamına gelir.

Kürt milliyetçiliğinin bir Kürt ulus-devletine kapalı herhangi bir açılım politikasını desteklemeyeceği, olsa olsa bu açılımların sağladığı imkânları “ideal”i yönünde kullanma fırsatı sayacağı söylenir. DTP’yi ve PKK’nın kitlesel ve kadro desteğini oluşturan modernleşmeden yana, “laik”, liberal, solcu bileşenleri AKP’nin başlattığı açılıma ihtiyatlı bir destekleme, hatta katkı tavrından yana oldukları görüldü. Peki bu süreçte DTP’nin tutumu kararlı ve tutarlı denilebilir mi?

DTP Kürt ulusalcılarının bir bileşeni. Arkasında silahlı PKK gücünün inisiyatifi olduğu için sivil açılımlarında ve Erdoğan Hükümeti’nin Kürt Açılımı’nı destekleme konusunda çoğu zaman zorlanıyor ve ikircikli bir görünüm veriyordu. Ancak 10 Aralık Cuma günü Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Kapatılma gerekçesi henüz yayınlanmadı; ama kapatılmayla beraber demokratik çözümden yana olan Ahmet Türk, Aysel Tuğluk gibi milletvekillerine siyasi yasak getirilirken, tabanı dağa çıkmaya teşvik eden ve “açılım bitti” diye sevinç kahkahası atan Emine Ayna gibi milletvekillerine yasak getirilmedi. Gerekçeyi bilmiyoruz; ama bu görünüm çatışmacı Türk ve Kürt taraflarının ekmeğine yağ sürüyor gibi.

Tabii ki PKK 1990’lı yılların ortalarına kadar ayrılıkçı ve bölgesel bir ulusal Kürt devletini hedefleyen tutumunu devam ettirebildi. Ama PKK önderliği, 1991’de SSCB’nin çökmesi ve ABD öncülüğünde kurulan YDD’inde tek kutuplu bir konjönktürle karşılaştığında ve küreselleşme sürecinde dar bölge ulusalcılıklarının değer erozyonu yaşadığını anladığında, devlet hedefinden vaz geçip bölgesel bir sivil güç haline gelme noktasına gelmişti. Abdullah Öcalan’ın Mossad-CIA işbirliği ile yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesiden sonra da Öcalan İmralı Savunması’nda bu yaklaşımlarını tüm örgütüne ve Kürt halkına deklare etmek durumunda oldu: Demokratik Cumhuriyette tek devlet, tek bayrak, iki ulus. Zaten şiddet, töre veya ekonomik nedenlerle Türkiye’deki Kürt halkının yarısına yakını bölgelerini bırakmış batıya büyük şehirlere göç etmişlerdi. Türkiye’de yaşanan modernleşme sürecinin oluşturduğu hazcı, öykünmeci, pragmatik eğilimlerden dolayı da bu insanların büyük çoğunluğu Kürdistan’a geri dönmeyecekti. O zaman MHP’nın Orta Asya Türk ırkçılığından beslenen, CHP’nin Hititlilere dayanan beyaz Türk ırkçılığından beslenen modern varlıkları gibi, bir Türkiye partisi olarak HADEP veya DTP veya yeni kurulacak bir parti ile Kürt sorunundan ve milliyetçiliğinden beslenen bir Türkiye hareketi olunabilinirdi.

Ama son kurulan ve kapatılan parti DTP aktivistleri dört kesimden oluşuyordu: 1. Öcalan’ın açılımına bağlı askeri ve sivil kadrolar. 2. Demokratik çözümü ön gören Kürt ulusalcı aydınları. 3. AB politikaları ve siyasi güçleriyle iç içe geçen Avrupa diasporası. 4. Fehman Hüseyin, Cemil Bayık gibi askeri çatışma ve İran’a yönelik PEJAK kolu gibi ayrılıktan yana olan PKK liderleri ve ekipleri. Bu eğilimler bazı kere birbirini kuşatabiliyor, bazı kere de iç çatışma ve çelişkiler yaşıyorlar. Bu farklılıklar pek planlı değil. Planlı olduğunda tabii ki insanın aklına Lenin’in “bir adım geri iki adım ileri” taktiği gelebilir. Ama şu bilinmeli ki DTP son mahalli seçimlerde Türkiye çapında ancak %5.7 oranında yüksek bir oy almıştır. Bu oran da seçime katılmayan seçmenleri ve çocukları da gözeterek oranlanıp hesaplandığında 3-4 milyonluk fiili bir tabanı geçmez. Kendini Kürt ulusalcılığı ya da sadece Kürt alt kimliği ile irtibatlandıran bütün Kürtleri 10-12 milyon olarak değerlendirdiğimizde bile, bu sayı DTP’nin AK Parti kadar Kürt oylarını toplayamadığını, ancak Kürtlerin üçte birinin yönelimiyle bütünleştiğini gösterir.

Bu tablo karşısında DTP veya peşinden kurulacak parti ve Kürtçü kadrolar, Türk-Kürt çatışmasını körükleyerek Kürt halkının tepki ve sistem karşıtı duyarlılığını yanlarına çekerek çatışmaya devam etmek mi istediklerini, ya da, Kürt Açılımı’nı fırsat bilerek Kürt kimliğinin kabul edilmesi, ana dil yasağının kaldırılması, Kürtçe yer ve yöre adlarının iadesi ile başlayan açılıma destek vererek ve şartları zorlayarak şartların normalleştirilmesine ve Kürt halkının imkanlı kılınmasını mı arzu ettiklerini ortaya koyacaklardır. Bu iki eğilimde de insanlar mevcuttur. Bu da Kürt kimliğine yapılan zulümler azaldıkça ve Kürt Açılımı yol aldıkça, PKK’nın ulusçuluk üzerinden politika yürütme kartının zayıflayacağını göstermektedir. DTP kendini halkın mı PKK’nın mı temsilcisi gördüğünü netleştirme imkanı bulamadan Türkiye’deki vesayet rejimi tarafından kapatıldı. Ancak Kürt Açılımı mevzi kazanabilirse, artık hem DTP’den sonra kurulacak ve Kürt ulusçuluğundan beslenecek olan parti de PKK de giderek Kürt halkı adına değil, Kürk ulusalcılığı adına konuşma koridoruna sıkışacaktır.

Türkiye’de silahsız ve fiziki şiddetsiz bir müzakere yolunu dinamitleyecek yakın tehlikenin bir ayağında şiddeti romantik bir radikalizm içinde yüceltecek Kürtler var. Bunu özellikle büyük şehirlerde yapılan gösterilerde görüyoruz. Diğer ayağında ise, herkesin onurunu koruyan bir çözüm sürecini ağır bir yenilgi psikolojisi içinde algılayacak milliyetçi Türkler yer alıyor.Bir üçüncü yol yok mu?

Önce Kürtleri de ve Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte belirginleşen Türkleri de ulusalcılıkla tanımlama yanlışını terk etmeliyiz. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi PKK veya DTP Türkiye’deki bütün Kürtlerin sahiplendiği bir oluşum değildir. Bu kuruluşlar Kürt sorununa sahip çıktıkları için Kürt halkından kısmı destek alabilmiş ama aldıkları destek oranında da sempatizanlarını modernleştirmeye, laikleştirmeye ve ulusçuluğa yöneltmeye çalışmaktadırlar. İslami aidiyetlerini terk etmeyen Türkler, Kürtler ve Türkiye’nin diğer Müslüman unsurları ile birlikte tevhidi uyanış sürecinin kazanımları, Kürt sorunu karşısında, üçüncü potansiyel gücü ifade etmektedir. PKK ve Kürt ulusalcıları, Kürt Açılımı’nı Devlet mutabakatı ile gündemleştiren Türk inisiyatifi dışında ki bu İslami güç, ezilmişlik psikolojisinden kurtuldukça, kendi zindeliğini ve dayanışmasını artırdıkça, elbisesini temizledikçe, kimliğini fıtratı ve vahiyle bulaşarak güçlendirdikçe en adil ve özgürlükçü rehberlik modelini ve vahyin toplu şahitliğini gündemleştirebilecektir. Zaten bölgede bu potansiyelin az da olsa samimi, gayretli ve yer yer de donanımlı öncüleri kendilerini hissettirmektedir.

Gündelik hayatta artan milliyetçi sapmalar söz konusu.Türkiye’de Türkler ve Kürtleri bir araya getiren sosyal alanın eskisine göre daha fazla daralmakta olduğunu, Türklerin Kürtlere “Müslüman” olmaktan önce “Kürt”, Kürtlerin de Türklere “Müslüman” olmaktan önce “Türk” diye baktıkları, toplumsal tahayyülde yaşanan bir etnik bölünmenin ağır ağır işlediğini görüyoruz.Kürt sorunun ele alma biçiminde gerçek bir paradigma değişimine kesinlikle ihtiyacımız var.Size göre bu paradigma nasıl bir paradigma olmalı?

Türkiye halkının en önemli ortak paydası İslami aidiyeti ve İslam’a olan saygısıdır. Müslümanlar arasında etnik ayrışmalar yapaydır, konjönktürel ve ajitatiftir. Ancak İslam’a yönelik bu bağlanma hissiyatına rağmen, rejimin de Cumhuriyet tarihi boyunca engellemeleri nedeniyle sosyal planda yeterli bir İslami bilinçlenme modeli henüz oluşturulamamıştır.

Kürt tarafında artık Kürt ulusalcılığından çok seküler modernleşme özlemi ve kapitalist tüketim kültürüne tutsak olma hali ciddi bir sorundur. Türk tarafında ise erken modernleşme imkanının getirdiği yozlaşma ve Kürt karşıtlığıyla tahrik edilen sanal Türk ulusalcılığı belirgindir. Ama cahiliyyenin küreselleştiği bir çağda, sanal milliyetçiliklerin yaşama şansı çok kısa vadeli olmaktadır.

Nasıl ki çok partili sisteme geçerken karşıtına sığınma politikası dindar kesimi Türk milliyetçiliğine ve milli dindarlığa yönelttiyse; Kürtler arasında da bazı dindarlar, kavmi olan ve kevni ayetleri ifade eden Kürt kimliğini, Kürt ulusçuluğu ile aynı görmekte ve böylece milli dindarlık hastalığına yakalanmaktadırlar. Bazı Kürt milli dindarları, Kürt olmayan Müslümanları Türk İslamcısı olarak niteleme yanlışlığına düşebilmektedirler. Türk milli dindarları arasında da tüm Kürt halkını ve Kürt kimliğini Kürt ulusçuluğu olarak değerlendirme yanlışlığı yönlendirilmiş olarak yapılmaktadır. Ancak hem Türk hem Kürt milli dindarlar arasında yaşayan bu zaaflar, bölgeler arası kurulan irtibatlar ve Müslümanca diyalog ortamlarıyla gittikçe aşılmaktadır. Bahsi geçen iki Kürt Formu’na katılan Kürt ve Kürt olmayan Müslümanlar arasında yaşanan diyalog ve paylaşılan bilgi akışı bu güzelliğe üst düzeyde bir örnektir.

Bizler itikatta ve siyasette Kur’an nimetini yitirmiş bir ümmetin çocuklarıyız. Fehmi Şinnavi’nin Ümmetin Yetimleri Kürtler başlıklı bir kitabı var. Keşke sadece Kürtler yetim olsaydı. Oysa İslam ümmetinin bizzat kendisi yetim, dağılmış ve ulus parçalara bölünmüş. Bizi kuşatan yerli ve küresel emperyalizme, her türlü kapitalist yayılmaya karşı Orta Doğu Müslümanları en erdemli ve en görkemli direnişlerini sürdürüyorlar. Ancak direnmek yetmez. Aynı zamanda kendi toplumsal birikimimiz ve dünya insanlığı için tevhid ve adaletin tanıkları olacak bir ümmet olmalıyız. Bunun için dağılmış ümmet yapımızın fıtrat ve vahiyle yeniden bulaşan Kur’an nesli nüveleri, Kur’an toplumu nüveleri tarafından uyandırılması, bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesi gerekmektedir. Bunun için zihinsel ve sosyal inşa sürecimizin ilk istişari birimlerini halka halka, bölge bölge oluşturmalıyız. Sosyal yaşamda sağlıklı Kur’an halkalarını oluşturmak demek, zulme ve zalime karşı engel olan İslami ve insani dayanışmanın zincirini güçlendirmek demektir. Ama önce kendi şahsiyetimizi Kur’an’daki tohum meseli gibi ele almalı ve kendimizi inşa edecek sahih bir yol üzerinde olmamız gerekmektedir.

Asım Öz / TİMETÜRK

Etiketler

  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  DİĞER Yurdum İnsanı Haberleri
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
Kaliteli elit escort bayan profilleri ile birlikte güvenle beraber olabileceğiniz mecidiyeköy escort kadınlarını bulabilirsiniz. Buna yakın olan esenyurt escort reklamlarınada bakmayı unuttmayın.

bursa escort bayan görükle bayan escort

bursa escort görükle escort

  HAVA DURUMU
GAZETEMİZ
  ANKET Tüm Anketler
Web sitemize nasıl ulaştınız?
  NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
  HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI